Ushio ve Tora

“Ushio and Tora,” written and illustrated by Kazuhiro Fujita, is a manga series published from 1990 to 1999 and collected into 33 volumes. The manga also includes an 11-episode OVA released between 1992 and 1993, and later a 39-episode anime series aired from 2015 to 2016. It received awards in the shonen category in 1992 and the comedy category in 1997. Additionally, it achieved significant success with 30 million copies sold.

The manga revolves around the adventures of Ushio, who is accompanied by a gigantic creature named Tora, a mixture of lion and tiger, who is sometimes invisible. Of course, this creature possesses supernatural powers. Ushio’s family resides in a temple where, 500 years ago, their samurai ancestors battled and imprisoned Tora. The animosity between Ushio, Tora, and his family, stemming from this past, takes a different turn when Ushio releases Tora from his confinement and the curse upon him. While Tora initially seeks to devour Ushio, Ushio carries the spear that subdues Tora. As their relationship develops, it becomes evident that Tora is not purely malicious and is not a creature solely bent on evil. The manga continues to explore their evolving relationship.

This is another manga I initially forgot but later remembered. I haven’t watched the anime, but I’ve read the manga. If you enjoy stories about friendships between humans and animals/monsters along with action-comedy elements, I highly recommend this manga.

>>>For Turkish readers…>>>

Ushio ve Tora, Kazuhiro Fujita tarafından yazılıp çizilen, 1990-1999 yılları arasında yayımlanan ve toplamda 33 cilt altında toplanan bir manga serisidir. Manganın 1992-1993 arasında yayımlanan 11 bölümlük bir ovası ve daha sonrasında 2015-2016 yılları arasında yayımlanan 39 bölümlük bir anime serisi de bulunmaktadır. 1992 yılında shonen kategorisinde, 1997 yılında ise komedi kategorisinde ödül almıştır. Ayrıca 30 milyon kopya ile de oldukça büyük bir başarı elde etmiştir.

Manga genel olarak Ushio’nun maceraları etrafında gelişmektedir. Ushio’nun etrafında onun peşinden sürüklenen bir de aslan kaplan karışımı zaman zaman görünmez olan Tora adında devasa bir canavar bulunmaktadır. Tabi bu canavarımızın doğaüstü güçleri vardır. Ushio’nun ailesi bir tapınakta ikamet etmekte olup bu tapınak 500 yıl önce samuray atalarının Tora’yla çarpışıp onu hapsettikleri yerdir. Ushio ile Tora ve ailesi arasındaki bu geçmişten gelen nefret günün birinde Ushio’nun Tora’yı hapsedildiği yerden ve üzerindeki lanetten serbest bırakması ile başka bir boyuta taşınır. Tora, Ushio’yu yemek isterken Ushio Tora’yı boyunduruğu altına alan mızrağı yanında taşır vs. Bu süreç devam ederken aralarındaki ilişki gelişi ve aslında Tora’nın kötülükle savaşmaktan da kaçınmadığı çok da kötü niyetli bir canavar olmadığı ortaya çıkar. Mangamız onların arasındaki bu ilişkiyi merkeze alarak devam eder.

Yine unutup daha sonrasında hatırladığım bir mangadır. Animesini izlemedim ama mangasını okudum. İnsanlar ile hayvanlar/canavarlar arasında gelişen dostluk bağlarını ve aksiyon-komedi unsurlarını seviyorsanız kesinlikle tavsiye ettiğim bir mangadır.

The K2

K2 is a South Korean drama consisting of 16 episodes that was released in 2016 and is available for streaming on Netflix. It stars Ji Chang Wook as Kim Je-Ha, Im Yoon-A as Go An-Na, Song Yoon-A as Choi Yoo-Jin, Cho Seong-Ha as Jang Se-Joon, and Lee Jung-Jin as Choi Sung-Won. The names might seem a bit random, but fans of Korean dramas would likely be familiar with them.

As for the plot, our main protagonist is Kim Je-Ha. The series starts with a very impressive scene, at least visually. Typically, the first six episodes of Korean dramas are quite good, but then they tend to lose steam and you might stop watching. However, this time I didn’t get bored too quickly, though I did watch it at a slightly faster pace.

The story begins with our hero wandering in Spain, encountering a Korean girl, and getting into a minor altercation with those chasing her, whom he incapacitates. After a while, we transition back to Korea. Je-Ha is a former special forces operative for the Korean army, but he left due to certain events and worked as a mercenary in Iraq, where he became a fugitive due to some incidents. The truth behind his fugitive status is revealed towards the end of the series. Anna, played by our main female character, is the illegitimate daughter of a member of the National Assembly who is running for president. To avoid scandal, she has been hidden abroad. There are political intrigues, power struggles within families, and classic Korean heritage themes woven throughout the series.

As for my impressions, the series is almost entirely action-packed and doesn’t bore you. Choi Yoo-Jin, a character who is both good and bad, became my favorite in the series, especially with her confessions in the final scene. She’s a cunning woman who knows how to adapt to any situation. There are some surprising plot twists in the series, and there aren’t too many unnecessary romantic scenes, which might disappoint some viewers but was fine for me. Overall, it’s a very enjoyable series, and I recommend it to fans of Korean dramas.

Note: According to Wikipedia, “K2” also has other meanings, such as “Daewoo K2,” the main assault rifle of the South Korean army, and “K2 Black Panther,” the main battle tank of the South Korean army. Discovering this connection after watching the series was an interesting coincidence.

>>>For Turkish readers>>>

K2, 2016 yılında yayımlanan 16 bölümden oluşan ve Netflix üzerinden izleme imkanına sahip olduğunuz bir Güney Kore dizisidir. Başrollerinde, Kim Je-Ha rolünde Ji Chang Wook, Go An-Na rolünde Im Yoon-A, Choi Yoo-Jin rolünde song yoon-a, jang se-joon rolünde cho seong-ha ve Choi Sung-Won rolünde ise Lee Jung-Jin oynamaktadır. Evet bu isimler biraz anlamsız olmuş olabilir ama kore dizisi izleyenler olaya daha hakim oluyor.

Konusuna gelecek olursak eğer baş kahramanımız tabi ki Kim Je-Ha. Dizinin ilk sahnesini oldukça etkileyici çekmişler yani en azından görsellik açısından. Genelde zaten Kore dizilerinin ilk 6 bölümü çok iyidir sonrasında sıkar ve bırakırsınız. Bu sefer ben çok sıkılmadım, tabi gene biraz hızlandırarak izlemedim değil diziyi.

Dizi İspanya’da berduş bir şekilde gezen kahramanımız gene Koreli bir kızla çarpışması, kızın peşinden kovalayanları etkisiz hale getirmesi vs. gibi ufak bir olayla başlıyor. Daha sonrasında aradan belli bir süre geçip Kore’de hikayemize yeniden başlıyoruz. Je-ha daha önce Kore ordusu için yetiştirilmiş bir özel harekat askeri, ancak yaşadığı bazı olaylar sebebiyle ordudan ayrılmış ve paralı asker olarak Irak’ta çalışmış, daha sonrasında Irak’ta yaşamış olduğu olaylar sebebiyle kaçak olarak aranıyor. Bu kaçaklık olayının aslı baya baya dizinin sonunda ortaya çıkıyor. Dizinin bana göre ana kadın karakterlerinden Anna rolünde oynayan kızımız ise Kore’nin başkanı olmaya aday bir meclis üyesinin gayrimeşru kızı, skandala sebep olmasın diye ülke dışında saklamışlar. Gene tabi siyasi olaylar, politika, aile içi güç çekişmeleri, klasik Kore Heritage mevzuları her şey var.

Kendi izlenimlerime gelirsek eğer, dizi neredeyse full aksiyon, en azından sıkmıyor sizi. Hem iyi hem kötü bir karakter olan Choi Yoo-Jin ise benim dizi içerisinde en çok sevdiğim kişi oldu, hatta son sahnedeki itirafları iyice gönlümdeki yerini perçinlemesine sebep oldu. Yerine göre davranan zehir gibi bir kadın. Dizi içerisinde ufak şaşkınlık yaratan olay kurguları var, ayrıca çok fazla boş romantik sahne yok. Hani bu konuda belki biraz hayal kırıklığı yaratabilir. Bunların dışında gayet güzel izlenesi bir dizi. Kore draması sevenlere tavsiye ederim.

Not: wikipedia ya göre aynı zaman da k2 ;
“daewoo k2: güney kore ordusu’nun ana saldırı tüfeği.
K2 black panther: güney kore ordusu’nun ana muharebe tankı.”

şeklinde de anlamlara sahipmiş. Dizi sonrası öğrenince dizinin ismiyle mevzuyu birleştirmiş oldum.

Lawless Lawyer

“Lawless Lawyer” is a South Korean drama from 2018, blending action, drama, and light comedy elements. It stars Lee Joon-Gi, Seo Yea-Ji, Lee Hye-Young, and Choi Min-Soo.

The series revolves around the experiences of Bong Sang-Pil. His mother is an activist lawyer who is murdered by the mafia one evening, witnessed by her own son. Bong Sang-Pil becomes a target for the mafia for witnessing the crime, but through various events, he manages to escape from them on the same night. Later, he goes to his uncle, whom he has never met before. His uncle has had a career path from delinquency to becoming a mafia boss. Our protagonist grows up with the grief and anger of past events under his uncle’s influence, becoming both a member of the mafia and a lawyer. At some point, he returns to his hometown to seek revenge and establishes the Lawless Law Firm in his mother’s former office. He also hires the feisty Jae as his assistant. From that moment on, the process of revenge begins, and the series continues along this line.

Honestly, it’s a series that starts off enjoyable and fun in the first six episodes but gradually becomes a bit tiresome. Despite liking the tone of the female lead’s voice, I couldn’t quite warm up to her character. Also, Bong Sang-Pil’s fight scenes seemed a bit exaggerated and fake to me; they suited other characters better. It’s a series that can be watched for entertainment in your spare time. However, the plot tends to wear thin and become predictable very early on. For this reason, I would say “The K2” was a better series; however, the choice is ultimately yours. Enjoy watching!

>>>For Turkish readers>>>

Lawless Lawyer, 2018 yılı içerisinde aksiyon, dram ve hafiften komedi ögeleri bulunduran bir Güney Kore dramasıdır. Başrollerinde Lee Joon-Gi, Seo Yea-Ji, Lee Hye-Young ve Choi Min-Soo oynamaktadır efendim.

Dizimiz Bong Sang-Pil’in yaşadıkları çevresinde şekillenmektedir. Bong Sang-Pil’in annesi aktivist bir avukattır. Bir akşam kendi oğlunun gözleri önünde mafya tarafından öldürülür. Bong Sang-Pil’de bu manzarayı gördüğü için mafya tarafından öldürülmek istenir ancak çeşitli olaylar sonucunda aynı gece mafyanın elinden kurtulur. Daha sonrasında hiç görmediği dayısının yanına gider. Dayısı serserilikten mafya patronluğuna giden bir kariyer içerisindedir. Neyse, kahramanımız dayısının yanında geçmiş olayların yasını ve kinini tutarak büyür ve aynı zamanda hem bir mafya üyesi hem de bir avukat olur. Artık bir noktada intikamını almak için kendi memleketine döner ve annesinin öldürüldüğü eski ofisi kendine mesken edinerek Kanunsuzlar Hukuk Bürosunu kurar. Bu arada dizinin diğer kahramanlarından atarlı giderli Jae’yi de yanına asistanı olarak işe alır. Bu dakikadan sonra artık intikam süreci başlar ve dizi bu eksende devam eder.

Açıkçası gene ilk 6 bölümü güzel ve eğlenceli olan daha sonrasında hafiften sıkmaya başlayan bir dizidir. Nedense başroldeki kızın ses tonunu sevmeme rağmen tipini bir sevemedim. Ayrıca Bong Sang-Pil’in dövüş sahneleri bana biraz abartı ve sahte geldi. Yani başka karakterlerde daha iyi oturuyordu. Boş zamanlarınızda çerezlik izlenebilecek bir dizi. Ama konu dizinin çok çok başlarında tükeniyor ve tahmin edilebilir oluyor. Bu yüzde The K2 mesela daha iyi bir diziydi, tercih gene de sizin. Şimdiden iyi seyirler dilerim.

History’s Strongest Disciple Kenichi

“History’s Strongest Disciple Kenichi,” also known as “Kenichi: The Mightiest Disciple,” is a manga written and illustrated by Syun Matsuena. It was serialized from 1999 to 2002 under the title “Tatakae! Ryōzanpaku Shijō Saikyō No Deshi” and later serialized again from 2002 to 2014 under its current title, spanning 61 volumes. Additionally, there is an anime adaptation consisting of 50 episodes and an OVA of 11 episodes.

The story follows Kenichi Shirahama, a 15-year-old high school student who constantly faces bullying. After meeting Miu Furinji, our protagonist joins a dojo named Ryozanpaku. The dojo is home to skilled and masterful martial artists in different fields. It is also managed by Miu’s grandfather, who possesses god-like power. After learning basic martial arts moves from Miu, Kenichi defeats members of his school’s karate club, gaining fame but also making himself a target. Thus, what begins as a journey to protect himself evolves into Kenichi becoming a disciple of Ryozanpaku and receiving training from various senseis there. Especially in both the anime and manga, these training scenes are extremely comedic because the 6 masters who provide the training are inherently funny characters. Their training methods are intense, to say the least. They really put Kenichi through the wringer. Subsequently, the story continues with Kenichi fighting members of the group called Ragnarok one by one.

As someone who has read the manga and watched the anime, I strongly recommend this series. It’s a series that had me laughing uncontrollably.

>>>For Turkish readers>>>

History’s Strongest Disciple Kenichi, aynı zamanda Kenichi: The Mightiest Disciple olarak da bilinen mangamız, Syun Matsuena tarafından yazılıp çizilen ve 1999-2002 yılları arasında Tatakae! Ryōzanpaku Shijō Saikyō No Deshi şeklinde, daha sonrasında 2002 ile 2014 yılları arasında yeniden şimdiki adıyla yayımlanan ve 61 cilt altında toplanan bir mangadır. Aynı zamanda manganın 50 bölümlük bir animesi, 11 bölümden oluşan bir ovası bulunmaktadır.

Konusu 15 yaşında bir lise öğrencisi olan ve her daim zorbalığa maruz kalan Kenichi Shirama’nın hikayesini anlatmaktadır. Miu Furinji ile tanışması sonrasında kahramanımız Ryozanpaku isimli bir dojoya dahil olur. Dojomuzda farklı alanlarda birbirinden yetenekli ve usta olan senseiler bulunmaktadır. Aynı zamanda tanrısal bir gücü olan Miu’nun büyükbabası tarafından yönetilmektedir dojomuz. Miu tarafından temel dövüş hareketlerinin öğrenmesi akabininde Kenichi okulunun karate kulübündeki elemanları bir güzel paket eder, ancak bununla birlikte kazanmış olduğu ün onu diğerlerinin hedef tahtası haline getirir. Bu yüzden kendini korumakla başlayan serüven Kenichi’nin Ryozanpaku’nun öğrencisi olmasıyla ve oradaki farklı senseilerden eğitim almasıyla devam eder. Özellikle hem animede hem mangada bu eğitim sahneleri aşırı komiktir, çünkü eğitim veren 6 usta zaten başlı başına komik karakterlerdir. Eğitimlere hafif deseler bile helllish bir eğitim tarzları vardır. Kenichi’nin anasını ağlatıyorlar açıkçası. Daha sonrasında Kenichi’nin Ragnarok adı verilen grubun üyeleriyle tek tek dövüşmesi ile hikayemiz devam eder.

Hem mangasını okumuş hem animesini izlemiş birisi olarak şiddetle tavsiye ettiğim, gülme krizlerine girdiğim bir seridir.

Fist Of The Blue Sky

“Fist of the Blue Sky,” written and illustrated by Tetsuo Hara, is a manga series that was serialized from 2001 to 2010, comprising 22 volumes. An anime adaptation of 26 episodes aired from 2006 to 2007. As a continuation of the manga, “Sōten no Ken: Re:Genesis” began serialization in 2017, with Hiroyuki Yatsu handling the story and Hideki Tsuji as the illustrator. By the way, you might find the name of this manga reminiscent of “Fist of the North Star,” and yes, there is a connection between them. Anyway, let’s continue from where we left off.

The story of the manga revolves around Kenshiro Kasumi, also known as The King of Hell. Kenshiro is a professor at Tōwa University, seemingly laid-back and a smoker, but secretly, he is the 62nd successor of the martial art known as Hokuto Shinken. He is more of a master of Hokuto Shinken, with his fighting style flowing like water, calm and clean. One of his top priorities is his friends. When he learns that his friend Pan Guang-Lin from the triad is in trouble and his girlfriend is in danger, he travels directly to Shanghai, and thus, our story begins. Additionally, the manga incorporates some historical facts, providing additional knowledge alongside entertainment. As for the artwork in the manga, I personally like it. While softer characters or less emphasis on certain elements may be preferable in comedic mangas, I appreciate the flashy elements that add depth and shading in this type of manga. I hope I haven’t used the wrong terms due to my limited knowledge of art, but you’ll understand what I mean. It’s a manga series that I recommend. I haven’t watched the anime, as I believe martial arts mangas are better experienced in manga form; otherwise, the fight scenes don’t translate as well. Enjoy reading!

>>>For Turkish readers…>>>

Fist Of The Blue Sky, Tetsuo Hara tarafından yazılıp çizilen 2001 ile 2010 yılları arasından yayımlanan, dövüş sanatlarını içeren bir manga serisidir. 22 cilt altında toplanmıştır. 2006 ile 2007 yılları arasında 26 bölümlük bir animesi de çekilmiştir. Manganın devamı olarak Sōten No Ken: Re:Genesis 2017 yılında yayımlanmaya başlamıştır, ancak bu manganın metni Hiroyuki Yatsu, çizimi ise Hideki Tsuji tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu arada bu manganın adı sizlere belki Fist Of The North Star ı anımsatmış olabilir, evet arada bağlantı var yanılmadınız. Neyse kaldığımız yerden devam edelim.

Manganın konusu Yan Wang Yani The King Of Hell olarak bilinen Kenshiro Kasumi’nin etrafında şekillenmektedir. Kenshiro böyle rahatına düşkün, sigara tiryakisi nasıl desem gücün vermiş olduğu özgüvenle kimseyi sallamayan Tōwa üniversitesinde bir profesördür. Ancak tabi gizli olarak da Hokuto Shinken olarak bilinen dövüş sanatlarının da 62. sıradaki varisidir. Aslında işte ustasıdır diyelim. Dövüş şekli böyle suyun akışı gibidir, sakin rahat tertemiz. Bu abimizin en önem verdiği konulardan birisi arkadaşlarıdır. Bu sebeple triad cenahından arkadaşı olan Pan Guang-Lin ve kız arkadaşının başının derde girdiğini öğrenince doğrudan Şangay’a seyahat eder ve bizim hikayemiz başlar. Bu arada manga içerisinde yer verilen bazı hususlar tarihi gerçekleri de yansıtmaktadır. Bu yüzden okuyana eğlencenin yanında ilave bilgi de vermektedir. Manga çizimlerine gelecek olursak eğer ben beğeniyorum. Komedi unsurları içeren mangalarda evet daha soft karakterler ya da daha az vurgu güzel oluyor, ancak bu tarz mangalarda gölgelendirmelerin ya da derinlik katan unsurların gösterişli olması hoşuma gidiyor. Resim bilgim bu kadar olduğu için umarım yanlış terim kullanmamışımdır. Ama bakın ne demek istediğimi anlayacaksınız. Tavsiye ettiğim bir manga serisidir. Animesini izlemedim, bence martial arts mangaları manga iken daha güzeller, diğer türlü dövüş sahneleri animede çekilmiyor. Şimdiden iyi okumalar dilerim.

İskambil Kağıtlarının Esrarı – İnceleme

“The Solitaire Mystery,” translated by Sabir Yücesoy and published by Pan Publishing, is a fantasy novel written by Jostein Gaarder. The author is generally known for “Sophie’s World,” but as someone who has read both works, I find myself enjoying this book more, perhaps due to the father-son dialogues within it. I read it in hardcover, and it holds a special place in my library.

The plot of the book revolves around 12-year-old Thomas and his father’s journey across Europe to find his mysterious mother. Along the way, they make stops at different places, one of which is a small town called Dorf. While their visit to this town initially seems to be prolonging their journey, Thomas is given a magnifying glass by a mysterious and peculiar dwarf-like figure, suggesting they take the longer route. Later in this small town, Thomas discovers a book, and our story begins.

I don’t want to delve into further details to avoid spoilers. However, I believe you now have an idea of how the story begins. As for my own thoughts, as someone interested in philosophy, I couldn’t believe how well philosophical elements were woven into a book. If you want to instill a love for philosophy in a child, I believe this book is ideal. Additionally, if you want to make adults around you question their lives, this book is also an ideal tool. Furthermore, the descriptions in the book are colorful and satisfying; they somehow reminded me of the colors in John Fowles’ “The Magus.” By the way, while reading the book, I had a deck of playing cards from Sweden that almost perfectly matched the deck described in the book. I read the book alongside it.

In conclusion, I hope everyone can embark on such a journey with their own child in life. Take it, read it, and keep this book hidden in a green corner of your library where no one will see it. With love.

>>>For Turkish readers…>>>

Pan yayıncılık altında Sabir Yücesoy çevirisi ile karşımıza çıkan iskambil kağıtlarının esrarı adlı romanımız Jostein Gaarder tarafından yazılmış fantastik ögeler içeren bir eserdir. Yazarımız genellikle Sofie’nin Dünyası ile bilinmektedir ancak ben iki eserini de okumuş birisi olarak nedense bu kitabını daha çok seviyorum. Belki kitap içerisindeki baba oğul diyalogları bunda etkili olmuştur. Ben ciltli olarak okumuştum, kütüphanemde ayrı bir yeri vardır bu yüzden.

Kitabın konusu aslında 12 yaşındaki Thomas ve babasının avrupa boyunca gizemli annesini bulmak için yaptıkları seyahati anlatıyor. Bu seyahat esnasında farklı yerlerde durarak yollarına devam ediyorlar. Bu durak noktalarından birisi de Dorf isminde küçük bir kasaba. Bu kasabaya gitmeleri aslında onların yolu uzatmasına sebep oluyor ancak Thomas’a, böyle gizemli değişik bir cüce mi desek küçük adam mı desek onun tarafından bir büyüteç veriliyor ve uzun yolu tercih etmeleri gerektiği söyleniyor. Daha sonrasında bu küçük kasabada Thomas bir kitap buluyor ve hikayemiz başlıyor.

Açıkçası daha fazla detaya girmek istemiyorum çünkü spoiler vermiş olurum. Bu noktaya kadar bence hikayenin nasıl başladığı hakkında fikriniz olmuştur. Kendi yorumlarıma gelecek olursak, ben felsefeye ilgi duyan birisi olarak felsefi ögelerin bir kitaba nasıl bu kadar iyi yedirildiğine inanamamıştım. Açıkçası bir çocuğa felsefeyi sevdirmek, öğretmek istiyorsanız bence en ideal kitaptır. Aynı zamanda çevrenizdeki yetişkinlere kendi hayatlarını sorgulatmak istiyorsanız bu kitap gene ideal bir araç olacaktır sizin için. Bunun yanı sıra kitaptaki betimlemeler oldukça renkli ve tatmin ediciydi, bana nedense John Fowles ın büyücü adlı romanındaki renkleri hatırlattı. Bu arada kitabı okurken İsveçten aldığım, neredeyse bu kitapta anlatan destedeki kartlarla bire bir örtüşen bir iskambil destem vardı. Ben kitabı onunla birlikte okudum.

Son söz olarak, umarım herkes kendi çocuğu ile hayatta böyle bir yolculuğa çıkabilir diyorum. Alın, okuyun, yeşil yeşil kütüphanenizin kimse tarafından görülmeyeceği bir köşede saklayın bu kitabı. Sevgilerle.

Farkındalık üzerine

Is our whole issue about patience or endurance? Are they the same thing? I don’t think so; if they were, I would have faith in seeing happier tomorrows by being patient. Everything is exhausted. They consumed everything. Me, my faith, my joy, my happiness… Although, among these things I listed, the only real one was me. They shattered my existence, my perception of existence. Endless tasks, never-ending responsibilities, perpetually uncertain processes… Look where we’ve come, sitting here narrating my own loss of self.

Actually, everything started out quite normal. Or maybe it seemed that way to me. After all, what is the perception we assume to be normal? By whose standards, by what criteria is this decided? Perhaps my normal was a situation that nobody would accept from the very beginning. Would I be allowed to live this way? After a childhood molded into a certain mold, perhaps I deviated slightly from this perception of normalcy with the rebellious spirit bestowed upon adolescence. Although, I wish I hadn’t.

When a person gets to know themselves, or to put it more accurately, when they become aware of themselves, they form an idea of how they should live. I call this the moment when initial ignorance is recognized. Imagine, the thing always in front of your eyes, your identity, your existence, your body, suddenly enlightens you with new information that you were previously unaware of, either through instant enlightenment or through a process. The good and the bad part of it is that when you realize your own identity, you become liberated, but when you raise your head to the sky with eyes newly opened to freedom, you realize that you are in an open prison surrounded by fences. Initially struggling to believe, you realize how narrow your living space is by hitting yourself back and forth. Understanding, comprehending, or whatever you call it at that moment deeply wounds you. By the time you reach this realization, you’ve already worn yourself out, perhaps exhausted all the escape routes that would set you free. It is precisely at this point that a feeling of enlightenment envelops you. And you find yourself envious of your ignorant state.

>>>For Turkish readers…>>>

Sabretmek mi tüm meselemiz yoksa tahammül etmek mi? İkisi aynı şey mi yoksa? Sanmıyorum öyle olsa sabrederek mutlu yarınları göreceğimize dair bir inancım olurdu. Tükendi her şey. Tükettiler her şeyi. Beni, inancımı, sevincimi, mutluluğumu… Gerçi şu saydıklarım arasında gerçek olan tek şey bendim. Benim varlığımı, var oluşa dair algımı yıktılar. Bitmeyen işler, sonu gelmeyen sorumluluklar, her daim belirsiz olan süreçler… Geldiğimiz noktaya bakar mısınız, burada oturmuş kendimi kaybedişime dair kendimi anlatıyorum.

Aslında her şey oldukça normal başlamıştı. Belki de bana öyle geldi. Sonuçta normal olarak varsaydığımız algı nedir ki? Kime göre, neye göre buna karar veriliyor. Belki benim normalim en başından beri kimsenin kabul etmeyeceği bir durumdu. Bunu yaşamama izin verilir miydi. Belli bir kalıba sokularak büyütülmüş bir çocukluk sonrasında ergenliğin vermiş olduğu isyan ruhuyla belki de bir miktar bu normal algısının dışına çıktım. Gerçi keşke çıkmaz olsaydım.

İnsan bir kere kendisini tanıdığında ya da daha doğru şekilde söylemek gerekirse kendini farkettiğinde nasıl yaşaması gerektiğine dair bir fikir edinmiş oluyor. Ben bu ana cahilliğin ilk farkedildiği an diyorum. Düşünsenize her zaman gözünüzün önünde olan şey, kimliğiniz, varlığınız, bedeniniz anlık bir aydınlanma veya bir süreç içerisinde sizin haberiniz olmayan yeni bilgileri size yüklüyor. İşin hem iyi hem de kötü yanı ise kendi benliğinizin farkına vardığınızda özgürleşiyorsunuz, ama özgürlüğe yeni açılan gözlerle kafanızı gökyüzüne kaldırdığınızda ise etrafı tellerle çevrilmiş bir açık ceza evinde olduğunuzu farkediyorsunuz. Başta inanmakta zorluk çekerek kendinizi bir oraya bir buraya vurup yaşam alanınızın ne kadar dar olduğunu anlıyorsunuz. Anlamak, idrak etmek ya da siz o ana ne diyorsanız ya da duruma, sizi çok derinden yaralıyor. Zaten bu idrak noktasına gelene kadar kendiniz yıpratmış, belki de sizi özgürlüğe kavuşturacak bütün kaçış yollarını tüketiyorsunuz. İşte tam bu noktada aslında aydınlanma hissi etrafınızı sarıyor. Ve cahil halinize imreniyorsunuz.

Bir Ada Hikayesi Üzerine – Yaşar Kemal

It was a series that I had been waiting for the last book to come out for many years. I remember I was still in middle school, living in a small town. Back then, bookstores or second-hand bookshops weren’t widespread everywhere, and to be honest, there weren’t many avid readers either. A friend of my father’s who worked at his office in Ankara had brought the first book of this series. I became a fan after the first book and completed the next three books of the series in rapid succession.

Honestly, it had a profound impact on me at that time. Those long descriptions that people usually get bored of were a source of inspiration for my imagination back then. Fish leaping towards the sun above the Aegean Sea, seagulls soaring freely in defiance of the scorching heat of the sun, herons… An island trapped in the future, unaware little beings. Were these what impressed me, or was it the sharing of loneliness, helplessness, and fears of being misunderstood that I experienced at that time, even if it was through the characters of a book? All I knew was that the moisture left on my skin by the breeze felt realistic enough to believe in the content.

However, my excitement was left unfinished at that time, replaced by a long period of waiting. Perhaps the last book would have completed some things. Anyway, years later, it still evokes beautiful memories in my mind, something flows from within me to the words, sentences may be telling the unfinished. I bought the last book exactly 10 years after it was released, and I still haven’t read it. Sometimes I’m afraid of forgetting the past, how my youth, my childhood, is slipping away from my mind, whether this is gone like that.

Anyway, if you’re reading this, start reading the series and finish it. Don’t leave anything incomplete.

>>>For Turkish readers…>>>

Uzun yıllar son kitabının çıkmasını beklediğim bir seriydi kendileri. Hatırlıyorum daha ortaokula gidiyordum, küçük bir şehirde yaşıyorduk. O dönemlerde kitapçılar ya da sahaflar her yerde yaygın değildi ve işin açıkçası çok fazla kitap okuyan da yoktu. Ankara’dan babamın iş yerinde çalışan bir arkadaşı getirmişti bu serinin ilk kitabını. İlk kitaptan hayran olup serinin üç kitabını seri bir şekilde tamamlayıp bitirmiştim.

Açıkçası o dönem beni çok etkilemişti. Genelde insanların sıkıldığı o uzun betimlemeler o dönem benim hayal gücümün ilham kaynağı olmuştu. Ege denizinin üzerinde güneşe doğru salto atan balıklar, güneşin kavurucu sıcaklığına inat gökyüzünde başı boş dolaşan martılar, balıkçıl kuşlar… Bir adayı sıkışıp kalmış geleceklerin habersiz insancıklar. Bunlar mıydı beni etkileyen yoksa o dönem içinde bulunduğum yalnızlığın, çaresizliğin, anlaşılmama kaygılarının bir kitabın karakterlerinde bile olsa dahi paylaşılması mıydı bilemiyorum. Tek bildiğim esen rüzgârın tenimde bıraktığı nemi hissedecek kadar gerçekçi olduğuydu içeriğin.

Ne var ki o dönem yarım kaldı heyecanım, beklemekle geçti uzun bir dönem. Son kitaptı belki de bazı şeyleri tamamlayacak olan. Neyse olsun yıllar sonra güzel anılar canlandırıyor gene de zihnimde, içimden bir şeyler akabiliyor kelimelere, cümleler anlatıyor belki de yarım kalanları. Çıktıktan tam 10 yıl sonra aldım son kitabı ve hala okumadım. Bazen hatırlayamamaktan korkuyorum geçmişi, gençliğim çocukluğum nasıl zihnimden silinip gidiyorsa bu da öyle gitti mi yoksa?

Neyse siz, siz olun seriyi okuyun, başlayın ve bitirin. Hiçbir şeyi yarım bırakmayın.

Bankta -1-

We don’t know who walked the same path with us or who wore out these same cobblestones back and forth. We’re just walking on a road that we think we know, without knowing where it leads. Even if we wanted to stop and catch our breath, neither life itself nor people allow it. Everyone is impatient, angry, sometimes even hateful. Just like you and me, they are in a hurry to get somewhere. An endless hustle and bustle… I can’t wrap my head around it. I put aside my mind and said to myself, maybe your mind can’t comprehend these, but at least follow the crowd ahead, let’s go wherever they are going together. Can you believe it? I ran out of breath. I wanted to stop halfway and catch my breath, but someone pushed me from behind, urging me to continue, yelling, “Come on, keep going, mind your own business, what are you waiting for, buddy?” So, what could I do? I yielded to all of them. Those who were leaving, those who wanted to leave, those who were compelled to leave.

When I stepped aside, I noticed a few things. They had placed a small bench by the side of the road, where only two people could barely sit side by side, or maybe it’s about taking refuge in our situation, I don’t know. I thought, here’s my chance, let me sit and rest for a bit before someone else takes it. As I approached the bench, I noticed that years of dust had settled on it. It seemed like no one had sat on it for a long time, maybe nobody had even thought of sitting on it. I couldn’t have known, it must have been my lucky day. I had an old tissue in my pocket, so I thought I’d clean it up nicely and then sit down and relax. Of course, the dust of years doesn’t just go away in a snap. Despite criticizing others, I also need to say a few words to myself. It hadn’t occurred to me to stop and catch my breath, look, I almost had a coughing fit in all this dust. If that was all, it would have been fine, wouldn’t it? Dust particles also got into my eyes. Each particle became a grain of sand, piercing my eyes like needles. Did I not burst into tears, well, not exactly burst into tears, my eyes watered, my nose filled up like a child’s. Oh, there was a dirty and dusty tissue left in my hand, no point in stirring up the place with more sneezing now. I quickly suppressed my sneeze, my ears rang like church bells. Anyway, at least we got rid of the dust left by the past, and now I can sit down and rest with peace of mind. Well, while resting, I can also watch my life, your life, and life itself pass by. Isn’t it a great blessing in a life where even death is assumed to be not the end, this moment of awareness of mine? Come on, let’s see together who’s coming and going on this road. I wonder who’s humming which songs between their lips, or who’s walking arm in arm, facing life’s burdens together…

>>>For Turkish readers…>>>

Bilmiyoruz ki kimler bizimle aynı yolda yürüdü ya da kimler bu aynı kaldırım taşlarını eskitti gide gele. Sadece bildiğimizi zannettiğimiz bir yolda nereye gittiğimizi bile bilmeden yürüyoruz. Durup nefeslenelim desek ne hayatın kendisi ne de insanlar buna müsamaha gösteriyor. Herkes sabırsız, öfkeli zaman zaman da nefret dolu. Senin benim olduğu gibi onların da acelesi var bir yerlere yetişmek için. Bitmek bilmeyen bir koşuşturmaca… Aklım almıyor. Aklımı bir kenara koydum, dedim ki kendime senin aklın belki almıyordur bunları en azından takip et şu önündeki kalabalığı birlikte gidelim her nereye gidiyorlarsa. İnanır mısınız nefesim kesildi. Yarı yolda durup soluklanmak istedim, birileri dürtükledi arkamdan, hadi devam et, işine bak, ne duruyorsun kardeşim nidaları içerisinde. Ben de ne yapayım, yol verdim hepsine. Gidenlere, gitmek isteyenlere, gitmek mecburiyetinde olanlara.

Kenara çekilince farkına vardım bazı şeylerin. Yolun kenarına küçük bir bank koymuşlar, iki kişinin omuzları sürte sürte anca sığabileceği, ya da artık halimize sığınmak mı dersiniz onu bilemem. Dedim fırsat bu fırsat, kimse kapmadan oturmadan ben geçeyim dinleneyim az. Yaklaşınca banka yılların tozunun üzerine yer yaptığını fark ettim. Sanırım uzun zamandır kimse oturmamıştı üzerine, belki de oturmak kimsenin aklına gelmemişti. Bilemezdim, şanslı günümmüş, cebimde de eskiden kalma bir selpak hah dedim şunu bir güzel temizler, sonrasında oturup keyfime bakarım. Tabi yılların tozu, öyle ha deyince temizlenmiyor, her ne kadar başkalarını eleştirsem de kendime de iki çift laf etmek düşer burada. Benim de aklıma gelmemiş ki bir durup soluklanmak, baksanıza yılların tozu içerisinde öksürük krizlerine gireceğim az kalsın. Sadece bunla kalsa ne güzel, gözlerime de girmez mi toz zerrecikleri. Her bir zerre olmuş sana bir kum tanesi, iğne gibi saplanıyor gözlerime. Aldı mı beni bir ağlama, tam ağlamak denemez aslında, gözlerim yaşardı, sulandı, hemen çocuk misali burnum doldu. Aman dedim elimde kalmış bir kirli ve tozlu mendil, şimdi hapşırarak ortalığı daha karıştırmanın anlamı yok. Hemen tuttum derinlerden gelen hapşırığımı, içimde patladı kulaklarım çınladı kilise çanları gibi. Neyse en azından geçmişin bıraktığı tozlardan kurtulduk artık gönül rahatlığıyla oturup dinlenebilirim. Eh, dinlenirken de akıp giden hayatıma, hayatınıza ve yaşamın kendisine seyirci kalabilirim. Ölümün bile bir son olmadığını varsaydığımız bir yaşantıda sizce de büyük lütuf değil mi şu benim farkındalık anım. Hadi gelin beraber bakalım bu yoldan kimler geliyor geçiyor. Acaba kimler hangi şarkıları mırıldanıyor dudaklarının arasından ya da kimler kol kola girmiş de hayatın tüm yüküne birlikte göğüs geriyorlar…

Ankara Denemeleri 1

I, like every human, was born into my own time. My time, at least as far as I know, begins with my family deciding to have a child. Yes, you read that right. For me, time doesn’t begin until I open my eyes to the world.

&&&

Ben de her insan gibi kendi zamanımın içine doğmuş biriyim. Benim zamanım, en azından benim bildiğim kadarıyla, ailemin bir çocuk sahibi olmaya karar vermesiyle başlıyor. Evet, doğru okudunuz. Benim için zaman benim dünyaya gözlerimi açmamla birlikte başlamıyor.

Does anyone still hear the ticking of the clock? I used to hate it. In the past, that is. Regardless of the sounds around me, that ticking sound seemed to resonate in my brain as if it were right next to my ear. Tick tock, tick tock, tick tock… An endless torture, a rhythm that never falters. I was so glad when we switched to digital clocks. Before that, we had those old-fashioned clocks hanging on the wall. They would hang them in every room as if we were creatures who could manage time exceptionally well. What benefit could there be in being able to see the time whenever you want? Are you going to miss the bus you’ve memorized almost every day, from its departure time to its driver, before the sun even rises? Is that even possible? No. Or are you an important person with important tasks that time should be valuable to you? You’re just a strange person who moves along the same route every morning, with supposed thinking abilities. Since you’re never given any time to think, you’ve already let this ability slowly gather dust on dusty shelves. So what’s with this obsession with time? Thankfully, my anger isn’t directed at you; you’re just a result produced by the system, not even a tool. But still, you affect my life, or used to. And now? I’m one of you now, and I understand why there’s a clock hanging on every wall. You know what they say, you only realize the value of some things you’ve lost, and right now, that ticking sound has become very precious to me.

You might think I’m digressing from the topic. I know, and I agree, but believe me, everything that seems so unrelated is just as connected, even dependent on each other. Isn’t everything in life affecting each other, even on a micro scale? Isn’t what we call coincidence actually the reaction and chain reaction of thousands of events and moments we don’t even consider, interacting with each other? We simplify things we don’t understand, it’s almost like a habit. That’s why please don’t blame me. Ultimately, these lines are telling the story of an ordinary person struggling to survive and trying to convey it to others. Yes, I know, you’ll find me quite amateurish, but sometimes in everyday life, when just looking into someone’s eyes is enough, here I have to describe every moment, every event, every person in detail so that I can convey to you what I’m experiencing through my own eyes. If you don’t see everything through my eyes, you won’t understand me; if we can’t attribute meaning to what we don’t understand, you won’t feel me, and I’ll have written these lines in vain. Why would a person embark on a futile effort from the beginning if they’re someone with a sound mind, aware of how valuable their time is, capable of establishing a logical cause and effect relationship? We’ve come to the perception of time again, haven’t we? Then let me talk a bit about my own perception of time so that you understand why ticking sounds became important to me.

The concept of time, I guess, can be said to be the only thing that has shaped our lives since we became aware of our consciousness. Here, I think I should explain how time has shaped human life. People generally accept that events happening in the living or non-living realm affect themselves, their lives, or their surroundings. Actually, this is correct to some extent. But as we delve deeper into existence, we can see that decisions made, actions taken in accordance with these decisions, and the effects of these actions, and as a result, the gains we attribute to ourselves according to the outcome, are actually kneaded within time. Let me explain what I mean.

Until now, and I’m sure of it, many people much more qualified and knowledgeable than me have thought about the concept of time and tried to explain it. Some have examined time by presenting scientific results, while others have tried to explain this concept by reducing it to philosophical, sociological, or other areas, even relating it. I have no doubt that great discoveries and innovations have been made in fields I know nothing about as a result of these studies, and I think you’ll agree with me on this. But I’m not here to present an idea or thesis that everyone will accept. After all, all I’ve written is based on one person’s observations. That’s why there’s nothing that requires your attention when you read what I’ve written. You don’t need to search the internet by saying “what’s this?” and investigate it or even examine the issue with your own circle. Just read and think about your own concept of time. After all, you’ll be consuming what you’re curious about at the same time. Maybe my only contribution to you will be to give you the opportunity to allocate your time solely to yourself, beyond that, it’s none of my concern. After explaining all this, if we come to my time, I think I need to talk about my feelings, myself first.

I, like every human, was born into my own time. My time, at least as far as I know, begins with my family deciding to have a child. Yes, you read that right. For me, time doesn’t begin until I open my eyes to the world. The decision to start with my parents allocating their time for me is made. From the moment I start to form biologically, the effects of time begin to manifest themselves on me too. I’m developing, growing, honestly, I’m coming into the world with enough features to live on this planet, at least for a start. Unfortunately, after I come into the world, my parents, contradictorily, become unable to allocate time for me. Isn’t that absurd? My family, who allocates all their time to me in the most protected and safe environment, become unable to allocate their time to me for supposedly living a better life after I’m born. Don’t you think there’s something strange in this system? Anyway, let’s continue. I spend a childhood period equipped with deficiencies that I will notice after reaching adulthood, thanks to my family, who strive for me to live in better conditions, without lacking anything. I’m not thinking of trying to endear myself to you by agitating the situation; you’re not much different from me. The creators of the system and those who keep this system going have established a balance of time exploitation to save their precious time. Every moment taken from you corresponds to their extended lives. How nice and simple, isn’t it? Growing up in such a system, after I start to use my mind, I realize my own existence. I say I exist because things I feel remind me of my existence, and what enables me to feel things is my mind and brain. Then I conclude that I should use my existence not to betray myself and to protect my own time. Afterwards, as you can probably guess, I embark on a life of hard work. I read, I work, I feel, I’m excluded, I struggle to hate myself and at the same time learn to love myself… I’m constantly in motion, very fast, and I spend my time at the same speed. And before I know it, I’m twenty years old. Some of the time has been erased from my memory, some of it feels like I’ve never lived. As I wonder what I’ve done, a subtle pain pierces my heart,

and I collapse into bed. And I thought, maybe that ticking sound I hate so much has something to do with it.

>>>For Turkish readers…>>>

Saatlerin tik tak sesini hala duyanınız var mı? Ben nefret ederdim. Eskiden yani. Bulunduğum ortamdaki seslerden bağımsız bir şekilde o tik tak sesi sanki kulağımın dibinde can buluyormuşçasına beynimin içinde çınlardı. Tik tak, tik tak, tik tak… Bitmek bilmeyen, ritmi asla bozulmayan bir işkence şekli adeta. Dijital saatlere geçtiğimiz için ne kadar sevindiğimi sanırım anlarsınız. Öncesinde duvara asılan eski usul saatlerimiz vardı. Sanki zamanı çok iyi değerlendirebilen canlılarmışız gibi bir de evin her odasına asarlardı. Hayır saati istediğin her an görebiliyor olmak sana nasıl bir fayda sağlayabilir ki. Sen sabah güneş doğmadan önce kalkıp, hayatının neredeyse her günü bineceğin, geliş saatinden şoförüne kadar ezberlediğin otobüsü mü kaçıracaksın sanki. Mümkün mü böyle bir şey. Değil. Ya da sen mühim işleri olan bir insan mısın ki zaman senin için değerli olsun. Sen sabahları hiç değişmeyen güzergahın üzerinde hareket eden, sözde düşünme yeteneği olan bir garipsin. Sana düşünebilmen için herhangi bir zaman tanınmadığından zaten bu yeteneğini yavaş yavaş tozlu raflarda eskimeye bırakmışsın. Bu yüzden nedir bu saat merakı. Neyse ki kızgınlığım sana değil, sen sistemin üretmiş olduğu bir sonuçsun, araç bile değilsin. Ama yine de benim yaşantımı etkiliyorsun, ya da eskiden etkiliyordun. Peki ya şimdi? Ben de senden biriyim artık ve anlayabiliyorum neden her duvarında bir saat asılı olduğunu. Hani derler ya insan kaybettiğinde anlarmış bazı şeylerin değerini, işte şu an o tik tak sesi benim için çok değerli hale geldi.

Zaman zaman konudan saptığımı düşüneceksiniz. Biliyorum ve hak veriyorum da, ama emin olun aslında her şey birbirinden ne kadar alakasız görünüyorsa bir o kadar da bağlı, hatta bağımlı. Zaten hayat içerisindeki her şey birbirini mikro ölçekte olsa bile etkilemiyor mu? Tesadüf dediğimiz şey aslında dikkate bile almadığımız binlerce olayın, anın birbiriyle tepkimesi, zincirleme reaksiyon vermesi ile oluşmuyor mu. Biz sadece görebildiğimiz, daha doğrusu algılayabildiğimiz şeylere anlam yüklemeye, açıklamaya çalıştığımız için nihayetinde bu kadar kompleks bir duruma tesadüf diyerek geçip gitmişiz. Şunu hiç sormuyoruz kendimize, bu tesadüf dediğimiz durum bizim başımıza gelmeden önce seni bu yola sokan karar, olay ya da dışsal başka bir faktör tesadüfün oluşabilmesi için gerekli etkenlerden biri değil mi. Binlerce insanın, hayvanın, canlının ve doğa olayının bir bütün haline gelmesiyle ortaya çıkan bir durumu tesadüf diye anlatmak haksızlık bana göre. Anlamadığımız şeyleri basitleştirmek bizim kaçış yöntemimiz, alışkanlığımız adeta. Bu sebeple bana kızmayın lütfen. Nihayetinde bu satırlar sıradan birisinin varlığını sürdürmeye çalışma mücadelesini ve bunu başkalarına aktarmak için vermiş olduğu çabasını anlatıyor. Evet biliyorum, oldukça acemi bulacaksınız beni ama gündelik hayatta kendimizi ifade ederken bazı zamanlarda bir insanın sadece gözlerinin içine bakmak bile yetiyorken, burada benim her anı, olayı, kişiyi detaylı bir şekilde tarif etmem gerekiyor ki size ne yaşadığımı benim gözlerimden anlatabileyim. Eğer her şeyi benim gözlerimden görmezseniz beni anlamazsınız, anlamadığımız şeye anlam yükleyemediğimiz için de beni hissedemezsiniz ve ben de boşuna bu satırları yazmış olurum. İnsan en başından beri boşa gidecek bir çabaya neden girsin ki, eğer akıl sağlığı yerinde mantıklı bir düşünce sistematiği içerisinde neden sonuç ilişkisi kurabilen birisiyse zamanının ne kadar değerli olduğunun farkındadır. Gene geldik zaman algısına değil mi. O zaman biraz kendi zaman algımdan bahsedeyim sizlere ki tik tak sesleri neden benim için önemli oldu bilesiniz.

Zaman mefhumu sanırım bilincimizin farkına vardığımız andan itibaren hayatımızı şekillendiren tek şey diyebiliriz. Burada zamanın insan hayatını nasıl şekillendirdiğini anlatmam gerekir diye düşünüyorum. Genelde insanlar kendilerini, yaşamlarını veya çevrelerini etkileyen şeyin canlı veya cansız düzlemde gerçekleşen olaylar olduğunu kabul ediyor. Aslında bir noktada doğru bir kabulleniş bu. Ancak varoluşun derinliğine doğru indiğimizde, verilen kararların, bu kararlar doğrultusunda gerçekleştirilen eylemlerin ve bu eylemlerin etkisi ve neticesinde ortaya çıkan zaman zaman tesadüfi dediğimiz bazen de olayın sonucuna göre kazancı üzerimize almak istediğimiz için kendimize atfettiğimiz sonuçların aslında zamanın içerisinde yoğrulduğunu görebiliriz. Ne demek istediğimi size açıklamama izin verin lütfen.

Bugüne kadar, ki buna eminim, zaman mefhumu üzerine benden çok daha fazla niteliğe ve uzmanlığa sahip insan düşünmüş ve konuya bir açıklama getirmeye çalışmıştır. Bazıları bilimsel sonuçlar ortaya koyarak zamanı incelemiş bazıları da felsefik, sosyolojik ya da başka alanlara konuyu indirgeyerek ya da çekerek hatta ilişkilendirerek bu kavramı açıklamaya çalışmıştır. Bu çalışmalar neticesinde hiç bilmediğim alanlarda büyük buluşlar ve yenilikler gerçekleştiği konusunda da en ufak bir şüphem yok, ki buna sizler de katılırsınız diye düşünüyorum. Ama ben burada zaten herkes tarafından kabul edilecek bir fikir ya da tez öne sürme gayesinde değilim. Sonuç olarak bir kişinin gözlemlerinden ibaret bütün bu yazdıklarım. Bu sebepten ötürü yazdıklarımı okurken dikkat etmenizi gerektiren hiçbir şey olmayacak. Elinizdeki akıllı telefonlardan bu ne diyormuş diyerek internette araştırma yapmanız veya kendi çevrenizle konuyu irdelemenize bile gerek yok. Sadece okuyun ve kendi zaman kavramınız üzerine kendiniz düşünün. Ne de olsa aynı anda merak ettiğiniz şeyi kendiniz için tüketiyor olacaksınız. Size tek katkım belki de zamanınızı salt bir şekilde kendinize ayırmanıza sebebiyet verecek olmamdır, ötesi beni ilgilendirmez. Yukarıda açıkladıklarımdan sonra benim zamanıma gelecek olursak eğer öncelikle size kendi hislerimden, kendimden bahsetmem gerekir.

Ben de her insan gibi kendi zamanımın içine doğmuş biriyim. Benim zamanım, en azından benim bildiğim kadarıyla, ailemin bir çocuk sahibi olmaya karar vermesiyle başlıyor. Evet, doğru okudunuz. Benim için zaman benim dünyaya gözlerimi açmamla birlikte başlamıyor. Ebeveynlerimin kendi zamanlarını benim için ayırmaları ile başlangıca karar veriliyor. Biyolojik olarak oluşmaya başladığım andan itibaren zamanın etkileri benim üzerimde de kendisini gösteriyor. Gelişiyorum, büyüyorum açıkçası dünya dediğimiz gezegende yaşamaya yetecek kadar, en azından başlangıç için, özelliklerle dünyaya geliyorum. Ne yazık ki dünyaya geldikten sonra ebeveynlerim tezat oluşturacak şekilde bana zaman ayıramayacak hale geliyorlar. Ne kadar saçma değil mi? Bir insanın en korunaklı olduğu ve kendini güvende hissettiği ortamda bütün zamanlarını bana ayıran ailem, ben doğduktan sonra benim sözde daha iyi bir yaşam sürdürebilmem için zamanlarını başka şeylere ayırmak zorunda kalıyor. Sizce de bu sistemde bir gariplik yok mu? Neyse biz devam edelim. Ben daha iyi koşullarda yaşayayım, eksiğim gediğim olmasın diye çabalayan ailem sayesinde erişkinliğe eriştikten sonra farkedeceğim eksikliklerle donatıldığım bir çocukluk dönemi geçiriyorum. Burada durumu ajite ederek sizlere kendimi sevdirmeye çalışmayı düşünmüyorum açıkçası, sizler de benden çok farklı değilsiniz. Sistemi kuranlar ve daha sonrasında bu sistemi, benim en sevdiğim roman serisi olan zaman çarkından esinlenerek adlandırdığım zaman çarkını, yürütenler tahmin edeceğiniz üzere kendi değerli zamanlarını saklamak için zaman sömürüsü üzerine bir denge kurmuşlar. Sizden alınan her zaman, onların uzayan yaşamlarına denk. Ne kadar güzel ve basit değil mi? İşte böyle bir sistem içinde büyüyen ben, aklımı kullanabilmeye başladıktan sonra kendimin idrakına varıyorum. Ben varım diyorum, çünkü hissettiğim şeyler varlığımı bana hatırlatıyor, bir şeyleri hissetmemi sağlayan ise aklım ve beynim. O zaman kendi varlığıma ihanet etmemek ve kendi zamanımı koruyabilmek adına varlığımı kullanmalıyım sonucuna ulaşıyorum. Daha sonrasında sizlerin de tahmin edebileceği üzere çalışmayla yoğrulmuş bir yaşama giriş yapmış bulunuyorum. Okuyorum, çalışıyorum, hissediyorum, dışlanıyorum, kendimden nefret edip aynı zamanda kendimi sevmeyi öğrenmek için mücadele ediyorum… Sürekli bir devinim halindeyim, çok hızlıyım ve aynı hızda da zamanımı harcıyorum. Ve bir bakıyorum 20 yaşına gelmişim. Geçen zamanın bir kısmı hafızamdan silinmiş, bir kısmını sanki ben hiç yaşamamışım. Ne yaptım derken sinsi bir sızı saplanıyor kalbime, mide bulantısı bastırıyor bir yandan da. Dayanmak güç, gözlerimi tekrar kapıyorum gerçekliğe ve yeniden istediğim, delicesine arzu ettiğim ve bu uğurda çalıştığım zamanım için yeni bir süreç başlatıyorum. Üniversite bitiyor, işe giriyorum, para kazanmaya başlıyorum. Bakıyorum kendime, çevreme, benimle benzer zamanı harcamış insanlara, evet diyorum sanırım bu sefer oldu. Tekrar açıyorum gözlerimi bilincin enginliğine ve zamanımı kontrol ediyorum, artık benim mi bana mı ait diye. Sizce artık bana mı ait? Ne mümkün böyle bir şey, zamanı anlamlandırmak için ifade ettiğimiz tarih bölümleri içerisinde ben neyim ki zaman bana ait olsun. Benim algıladığım zamanın çok ötesinden beri süregelen düzen içerisinde ben çarkın dişlilerini nasıl kırabilirim. Zaman çarkı acımasızca dönmeye devam etmiş ve ben o çarkı çevirmek için enerjisini, zamanını feda eden kölelerden biri olmuşum. Her gözlerimi açışımda yaşadığım bu farkındalık, tenimi soğuk bir rüzgar esintisi gibi yalayıp geçiyor. Poyraz altında yağmura yakalanmış gibi kesiyor tenimi hislerim, düşüncelerim. İçten içe kanıyorum, kendi kanımda boğuluyorum. Nefes almak için kapıyorum gözlerimi tekrar gerçekliğe. Evet, tekrar burdayım, zamanın içinde bulunduğum anı yakalayabilmek için tekrar çabalıyorum. Bedenim olması gereken yaşının çok ilerisinde bir yıpranmışlıkla dile getiriyor itirazını, ruhum ise kaçırmış olduğu yaşamın acısıyla haykırıyor. Ve üzerime bir sis çöküyor, insanların basitleştirmek için elinden geleni yaptığı, hatta sahte bir mutluluk ve haz duyabilmek için övgüler dizdiği rutin beni kucaklıyor.

Tik tak… Tik tak… Tik… Sessizlik. Çıkış için akıllı saatime bakıyorum. Kendime zaman bulabilmek adına zamanı harcamak için acele ediyorum. Son 10 dakika, sonrasında özgürüm. İşten çıkıp biraz hava almak için Tunalı’ya doğru yürürüm büyük ihtimalle. Hiç eve gidesim yok. Zaten gitsem ne olacak ki, buz gibi bir evde tek başıma ucuz bir marketten aldığım hiçbir tadı olmayan hazır yemeğimi mi yiyeyim. Gerçekten bir yemeği nasıl bu kadar tatsız yapabiliyorlar, içine koydukları tüm o ürünlerin hatırına biraz aroma olması gerekmez mi. Tavuk ürünlerinin hepsi aynı tada sahip, pizzalar bir nebze daha dişe dokunur ama İtalya’ya bir kez gidip geldikten sonra insanın bu ucuzluğu yiyesi gelmiyor. Neyse, bugün eve erken gitmeyeceğim belli oldu sonuçta. İnsanlar zaten hazırlanmaya başlamış çıkış için. Zaten hiçbir zaman anlamamışımdır 5 dakika önce çıkmakla 5 dakika sonra çıkmak arasındaki farkı. İş yerinden kurtulmak için acele etmeyi anlarım belki bir nebzeye kadar ama bazı yerler var ki bu durumun yaşandığı hiç anlam veremiyorum. Madem daha 10 dakikam var biraz bu konuda gevezelik yapabilirim sanırım. Eskiden inancım gereği, ki şu anda neye ne kadar inanıyorum ondan bile emin değilim daha doğrusu inandığım bir şey var ama insanlara olan inancımı kaybettim neyse, cuma günleri camiye giderdim. Genelde her yere erken giderim, camiye de erken gider insanları gözlemlerdim. Herkes işini gücünü bırakmış kar kış soğuk demeden inançları gereği camiye gelir, abdestini alır ve saf tutardı. En önlere geçmek için mücadele edenler ortalığı karıştırdıktan sonra herkesin orada bulunma amacı olan ibadet süreci başlardı. Şimdi buraya kadar iyi hoş, olay şimdi başlıyor. Namaz ritüelinin farz olan kısmının sonlanması ile sizlerin de bildiği gibi caminin kapısına doğru bir yığılma olur. Bir daha camiye giderseniz eğer bu yığılmaya iyi bakın, emin olun kesinlikle en önde çıkmak için mücadele edenler en son gelip en öne geçmeye çalışanlar olacak. Son dakika işinden zar zor çıkmış ve camiye yetişmiş olanlar ise yerlerinden kalkmamış bir şekilde ibadetin bitmesini bekliyor olacaklar. En azından çoğu zaman bu süreç anlattığım gibi işleyecek. Ya da cami örneğinin dışında uçaktan inmeye çalışan, piste iniş yapıldığı anda valizini çıkarıp beklemeye çalışan insanlar örneğini düşünün. Gidebilecekleri bir yer yokken gidebilmek için çok hazırlar. Nihayetinde uçaktan en son çıkan kişi de ilk çıkan da aynı valiz bandının önünde kendi valizlerinin sırasını bekliyorlar. O zaman bu telaş, bu panik neyi değiştirdi? Buna anlam veremiyorum. Bizim çalışanlar da böyle işte. Kartı basabilmek için sıraya girip dışarıda hep birlikte servisin kalkışını bekliyorlar. Arabayla çıkanlar kendi yarattıkları trafiğin içinde mahsur kalıp trafikten dert yanıyorlar. Sonuçta hepimiz aynı zamanı harcıyoruz, sadece ne şekilde nasıl ve ne için harcadığımız değişiyor. Haksız mıyım. Bana bakın mesela. Son 10 dakikayı da düşüncelere dalıp kendi kendime konuşarak geçirmiş oldum. Faydalı mıydı emin değilim ama en azından düşünerek zamanımı feda ettim. Hadi artık ben de hazırlanıp çıkıyorum. Buradan Tunalı’ya kadar uzun bir yürüyüş olacak.

Tunalı’yı gezmeyi her zaman sevmişimdir. Ne de olsa onca şiire konu olmuş, Ankara’nın belki de geçmişten günümüze gelen dişe dokunur en keyifli yeri diyebiliriz. Ya da ben diyebilirim, açıkçası başkalarının ne dediği pek umrumda değil. Tunalı’ya kadar kimsenin yayaları düşünmediği bir şehirde tehlikeli bir yolculuğa çıkıyorum. Sağolsunlar şehir planlamacılar araçlar için her türlü kolaylığı sağlamaya çalışırken biz yayaları hiç düşünmemiş. Işığa takılmasın o güzel ve pek kıymetli araçlarımız diye tüneller, bağlantılı yollar yapmışlar ama hiç dememişler bu yayalar nereden yürüyecek. Göstermelik yapılan daracık kaldırımlara tek kişinin sığması bile mümkün değilken karşıdan gelenlere yol vermeye çalışan kibarlık budalası bizler her an ölüm kalım mücadelesi veriyoruz bizi hiç ama hiç umursamayan araçların arasında. Sırf bu yüzden belki de koşar adım geçiyorum Tunalı’ya kadar olan yolu. Zaten gözlerimi kısmaktan bitap düşmüşüm, araç farları gecemizi gündüze çevirmiş. Neyse sabret diyorum, az kaldı. İleride Tunalı’nın girişindeki kavşağa ait ışıkları seçer gibi oluyorum, otobüs durakları insanla dolup taşmış gene. Haftaiçi bu saatte akın ediyor insanlar Tunalı’ya. Öğrencileri kesiyorum uzaktan, kendi öğrencilik yıllarım geliyor aklıma. Benim niyeyse gezmeye tozmaya hiç param olmazdı, aslında param yok değildi ama belki de kafe kültürü bana hiç sıcak gelmediği için kendimde o motivasyonu bulamadım. Ama bizim zamanımızda bu kadar güzel kafeler ya da mekanlar da yoktu, yalan değil. Şimdi üçüncü nesil ya da artık bilmem kaçıncı nesil kafeler, konseptli mekanlar çoğaldıkça ait olmadığımız yaşamları yaşamaya çalışır olduk. Kim bilirdi yurdum insanının bu kadar çok latte, americano bağımlısı olduğunu. Eskiden mekanlarda çay, türk kahvesi, kivi, muz söyleyen gençler şimdi belki de asla anlamını bilmediği ama tipinden serbest çağrışımla çıkarımda bulunabildiği içecekleri içer hale geldi. Neyse durduk yere insanları kınayacak değilim. Eskiden öyleydim ama artık değilim. Sonuçta ben de buraya, bu yaşama ve zamana ait olduğumu düşünmüyordum. Belli bir noktadan sonra insanları farklı değerlendirmeye başladım sanırım. Yani özünde ben kimim ki birilerini değerlendireyim. İyi kötü, güzel çirkin, akıllı aptal, çalışkan tembel… Hani kim belirlemiş bu kavramları, neye göre, standart ne. Ortaya herkes bir şey koyuyor bir şekilde, ki hiçbir şey yapmadan bile ve bütün bunlar birbirini etkiliyor ve istenen ya da istenmeyen bir sonuca varıyoruz. Öyleyse birileri değerlendirmek bizim haddimiz mi? Değil. Olmamalı da. Bu yüzden kim ne giymiş, nasıl davranıyor, ne demiş hiç önemli değil. Mesele sanırım başkalarına zarar verip vermemekte.